Sevgili dostum,
Nazlı yine geldi.
Yani çok seviyorum tabii, birlikte büyüdük, kardeşim gibi… ama bazen bir tuhaf oluyorum onunla. Benim evimde sanki ev sahibi o.
Bu sefer hedefteki kurban: koltuğum.
Beni bilen bilir, o köşeye kuruldum mu saatlerce kalkmam.
İki yastık, battaniye, kitabım, kahvem, ben.
Koltuğum da böyle hafif tombul, yumuşak bir şey.
Nazlı geldi, bir baktı:
“Ay bu koltuk burda olmamış.”
(İçimden: Kime olmamış?)
“Şuraya alalım.”
“Hmm… Burda da olmamış. Pembe’cim bunu değiştir artık. Senin tarzına uymuyor. Daha zarif bir şey alalım. Ben sana bakarım!”
İyi niyetli, biliyorum. Ben de her zamanki gibi:
“Hııı olabilir aslında, ama çok masraf olur şimdi…”
Ertesi gün biri aradı:
Nazlı, benim koltuğu internete koymuş bile.
Bana sormadan.
“Bir hanımefendi 5.000 TL veriyor.”
“Aa ne güzelmiş,” dedim.
(İçimden: Ay ciddi misin? Bu kadar mı ediyor benim tombiş?)
Sonra kendimi “pazarlık yaparken” buldum.
Yani koltuğu satmak istemediğimi fark etmeden, fiyatını korumaya çalışıyorum!
Bir an gözüm aynaya, oradan torbaya doldurulmuş mumlarıma, sonra kolilenmiş kitaplarıma kaydı. Hala elimde telefon,
“Hanımefendi 5 veriyor ama ben 5.500’den aşağı düşünmem,” diyorum.
Ama içimden geçen şu:
“Alma almaaa! Çok pahalı de kapaaat!”
Ve o an kafamda bir ampul yanmadı…
Bir dev avize yandı. Sarı ışık. Sıcacık.
Şunu fark ettim canım:
Koltuğu aslında satmak istemiyorum. Mumları da, kitapları da.
Burası benim evim. Otorite benim.
Oysa Nazlı’yla ilişkimizde sanki otorite hep o.
Sanki büyük olan o. Karar veren o.
Neyi yemeyeceğimize, nereye gitmeyeceğimize,
Kitaplıktan taşan kitapların kalıp kalmayacağına,
Evde mum yakılıp yakılmayacağına bile o karar veriyor.
Ben ne yapıyorum?
Ya “haklısın, sen daha iyi bilirsin” diyorum,
ya da “bakarız” deyip konuyu geçiştiriyorum.
Ama içimde hep bir rahatsızlık.
Nazlı'nın bu hali aslında otorite değil, düpedüz diktatörlük.
Her şeyi kendi kafasındaki ideale göre şekillendirme hali.
Kimin neye ihtiyacı olduğuna herkes adına karar veriyor.
Başka evlerde yapamayınca yine bana geliyor.
Sonra kendime döndüm.
O “çocuk gibi” kalan halime.
Uyum sağlamaya çalışan.
Sevilmeye çalışan.
İlişkiyi bozmamaya çalışan.
Ve dedim ki:
“Yok… burada bir yanlışlık var.”
Telefondaki kadına:
“Kusura bakmayın hanımefendi,” deyip kapattım. Derin bir nefes aldım ve Nazlı’ya döndüm.
“Nazlıcığım… Bu koltuk kalıyor. Mumlar ve kitaplar da kalıyor.”
Ve hatta:
“O ruju da sürmem.”
Önce, “Hayatım ama ben sana yardım ediyorum…”
diyecek oldu.
Sonra o da durdu.
Baktı.
Ve ilk defa şöyle dedi:
“Peki canım, sen bilirsin. O kırmızı da hakikaten hiç gitmedi yüzüne.”
Belki de sınır koymak, ilişkiyi bozmak değilmiş. Gerçek uyumu yakalamakmış.
Koltuğumla barıştım.
Kendimle de.
Ve öğrendim ki:
Otorite olmak, sesini yükseltmek değil, kendi sesini duyabilmekmiş.
Eh be Nazlı, o koltuğa dokunmayacaktın.
Ama yine de sağ ol. Bu sayede sadece koltuğu değil kitapları, mumları ve suratımı da kurtardık.
💗
Senin de hayatında biri sürekli yastıkları düzeltiyorsa,
Odanı değiştiriyorsa,
Mumları üflüyorsa…
Bir dur.
Bak bakalım:
Koltuğun hâlâ yerinde mi?
Haftaya görüşürüz canım,
Pembe Fil
🐘🛋️ 📖 ☕ 🕯️